Makul Sürede Yargılanma Hakkının Özel Hukukta Görünümü

Makul Sürede Yargılanma Hakkının Özel Hukukta Görünümü

I. Giriş

1. Adil Yargılanma Hakkı

Kökleri, Magna Carta Libertatum’a[1] kadar dayanan adil yargılanma hakkı, ulusal mevzuatımızda sınırlandırılmış[2] bir tanıma sahip olmamakla birlikte Anayasa’nın 36. maddesinde kendine şu şekilde yer bulur:

Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.

Adil yargılanma hakkı[3] ve onu tamamlayıcı diğer anayasal usûli güvenceler, Anayasa Mahkemesi’ne göre hukuk devletinin temel unsurlarından biridir.[4]

Adil yargılanma hakkı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) ise 6.maddede düzenlenmiş[5] olup bu düzenlemenin, ilk fıkrasının ilk cümlesi şu şekildedir:

Her şahıs gerek medeni hak ve vecibeleriyle ilgili nizalar gerek cezai sahada kendisine karşı serdedilen bir isnadın esası hakkında karar verecek olan, kanuni, müstakil ve tarafsız bir mahkeme tarafından davanın makul bir süre içinde hakkaniyete uygun ve aleni surette dinlenmesini istemek hakkını haizdir.

Bu düzenlemede, adil yargılanma hakkının temelini oluşturan dört unsur karşımıza çıkmaktadır:  Buna göre yargılamanın, (a) kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, (b) makul sürede, (c) aleni ve (d) hakkaniyete uygun olarak yapılması gerekir. AİHM, bu temel unsurların yanında, ilgili düzenlemede açıkça sayılmamasına karşın “zımni” olarak birtakım hak ve ilkeleri de bu düzenleme kapsamında değerlendirmektedir: Silahların eşitliği ilkesi, çelişmeli yargılama ilkesi, mahkemeye başvurma hakkı, gerekçeli karar, hukuki kesinlik ilkesi, susma ve kendini suçlamama hakkı, duruşmada hazır bulunma ve etkili katılım.[6]

2. Kapsam ve Norm Alanı:

Adil yargılanma hakkının koruma alanını çerçeveleyen iki kavram bulunmaktadır: “Medeni hak ve yükümlülükle ilgili uyuşmazlıklar”, “bir suç isnadının esası hakkındaki kararlar”. Bu iki kavramın dışına çıkıldığı takdirde AİHM, ilgili uyuşmazlığı, AİHS md.6/1 kapsamında değerlendirmemektedir.[7] Medeni hak ve yükümlülük kavramı ise esasen özel hukuk davalarını koruma altına alır. Bu kavramla ilgili yapılan yorumlar ise hem AİHM nezdinde hem de doktrin nezdinde gün geçtikçe sınırları genişleyen[8] bir yapıya sahiptir. Bu konudaki en çarpıcı görüş ise AİHM’in, Benthem/Hollanda kararında muhalefet şerhi yazan komisyon üyeleri , Frowein ve Melchior’a aittir:

İç hukuk sistemlerinde bireylere tanınan tüm hak ve özgürlükler, sivil haklar arasında değerlendirilebilir.”[9]

Bir uyuşmazlığın, medeni hak ve yükümlülük niteliği taşıması için aranan şartları, Dovydas Vitkauskas/Grigoriy Dikov şu şekilde sıralamaktadır: (a) Bir “hakka” veya “yükümlülüğe” dair bir “çekişme” olmak zorundadır. (b) Söz konusu bu hak ve yükümlülüğün ulusal hukukta bir dayanağı olmak zorundadır. (c) Söz konusu bu hak veya yükümlülük doğası gereği “medeni” olmak zorundadır.[10]

Ayrıca üzerinde önemle durulması gereken bir diğer husus ise AİHM’in, “kamu hukuku karakterli” olmasına rağmen bazı davaları, medeni hak ve yükümlülük olarak kabul ederek AİHS md. 6/1 kapsamında değerlendirmesidir. Örnek olarak şu uyuşmazlıkları sayabiliriz: Ticari veya mesleki faaliyette bulunma hakkına ilişkin uyuşmazlıklar, sosyal yardım dahil olmak üzere sosyal sigortaya ilişkin tüm uyuşmazlıklar, vergi olarak ödenen paraların geri alınmasına ilişkin davalar ile vergisel uyuşmazlıklardan kaynaklanan tazminat talepleri, reşit olmayan çocuklara yönelik aile yaşamını etkileyen idari kararlar, sağlıklı çevre haklarıyla ilgili uyuşmazlıklar[11]

Uyuşmazlıkların, medeni hak ve yükümlülük niteliği değerlendirilirken teleolojik(amaçsal) yorum yöntemine başvurulmalı ve AİHS’in “yaşayan bir organizma” olduğu dikkate alınmalıdır.[12] Aksi takdirde çok sık ve ani biçimde değişen küresel dünya düzeninin esaslarına uygun olmayan sonuçların doğacağı unutulmamalıdır.

II. Makul Sürede Yargılanma Hakkı

1.1 Makul Süre Kavramı

Makul sürede yargılanma hakkı, kişilerin talep ettikleri hukuki korumaya ilişkin olarak, kişileri ve toplumu, endişe ve belirsizlik duygusuna sevk etmeden, hak kaybına uğranmayacak bir zaman dilimi içerisinde kararın verilmesini ifade etmektedir.[13]

Makul sürede yargılanma hakkı, bir yargılamanın hızlı bir şekilde sonuçlandırılması anlamına gelmemektedir.[14]

Her somut olayın, farklılaşan özelliklerine dikkat edilerek[15], akla uygun ve aşırı olmayan bir süre içinde yargılamanın yapılması gerekir. Aksi takdirde “adaletin etkinliğine” ve “kendisine duyulan güvene” zarar verilmiş olunur.[16]

Makul sürede yargılanma, bireylerin yargıya olan güvenlerinin[17] tesis edilmesi ve korunması bakımından son derece kilit bir role sahip olmakla birlikte aynı zamanda toplumsal barışın[18] tesisi ve korunması bakımından da son derece önemlidir.[19] Adli yargının hızlı ve etkin olmaması, ticari hayatın “öngörülebilirlik” ve “sürat” ilkelerini zedelemekte ve toplumsal barışa zarar vermektedir.[20]

1.2. Makul Süre Kavramının Medeni Usul Hukukuna Hakim Olan İlkelerle İlişkisi[21]

Makul sürede yargılanma hakkı, usul ekonomisi ilkesi ile yakından ilişkilidir. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin, usul ekonomisi ilkesi ile adil yargılanma hakkını bağlantılı gördüğü kararı şu şekildedir:

…Yargılama aşaması bakımından, adil yargılanma hakkının bir görünümü olan çabuk, basit ve ucuz yargılanma hakkı ile bu ilkelerin yalnız taraflarla sınırlı olmadığı ve kamusal boyutunun da varlığı unutulmuştur…[22]

Anayasa md.141/4 ve HMK md.30 hükümleri, usul ekonomisi ilkesine temel dayanak teşkil ederken aynı zamanda makul sürede yargılanma hakkını da düzenlemiş bulunmaktadır. Bu hükümlere göre, bir davanın en basit, en çabuk ve en ucuz şekilde sonuçlanması gerekir. Bu üç unsur, usul ekonomisi ilkesinin bir parçasıdır.[23] Makul sürede yargılanma hakkı değerlendirilirken bu hakkın usul ekonomisiyle ilişkiselliği üzerinden hareket edilmelidir. Ancak bu noktada Ejder Yılmaz’ın uyarısı dikkate alınabilir:

Simgesel olarak kullanılan “basitlik/hızlılık/ucuzluk” ibarelerine bakarak usul ekonomisi ilkesi; yargılamanın tabi olması gereken şekilciliği (formalizmi)bir yana bırakarak keyfiliğe yol açan veya hatalı karara götürür bir şekilde gereksiz aceleciliği amaçlayan yahut hiç para harcamadan yargılamanın bitmesini hedefleyen bir ilke olarak algılanmamalıdır.[24]

Teksif ilkesi ise makul sürede yargılanma hakkıyla doğrudan bağlantılı olmamakla birlikte yargılamanın, makul sürede bitirilmesine hizmet etmektedir. Teksif ilkesi, tarafların tüm iddia ve savunma sebepleriyle dava malzemesini belirli bir usul kesitine kadar ileri sürmeleri anlamına gelmektedir. Bu yönüyle, bu ilkenin amacı davanın kötü niyetle ve gereksiz yere uzamasını engellemektir.[25] Teksif ilkesi uygulanırken dikkat edilmesi gereken husus, teksif ilkesinin çok katı yorumlanması halinde hukuki dinlenilme hakkının ihlaline sebebiyet verilebileceğidir.[26]

2. Değerlendirmeye Tabi Tutulacak Sürenin Hesaplanması

2.1 Sürenin Başlangıcı

AİHM, yargılamanın süresini taraf devletin, bireysel başvuru hakkını tanıdığı tarihten itibaren başlatmaktadır. (ratione temporis) Kural olarak sürenin başlangıcı, davanın yetkili ilk derece mahkemesinde açıldığı tarihtir.[27]( dies a quo) Temel kural bu esasa dayanmakla birlikte AİHM’in somut olayın şartlarını dikkate alarak farklı türde bir süre tespiti yaptığı da gözlemlenmektedir.[28] AİHM, bazı hallerde ise ilk derece mahkemesine başvurmadan önce yetkili idari makam yapılan başvuruyu da sürenin başlangıcı olarak esas almaktadır.[29] Dava açıldıktan sonra, üçüncü şahısların davaya katıldığı hallerde ise sürenin başlangıcı, “katılmanın türüne” göre belirlenmektedir.[30]

2.2 Sürenin Bitiş Anı

Sürenin bitiş anı, esasen en yüksek mahkemede nihai kararın verilmesi yahut kanun yolu için öngörülen sürenin sona erdiği tarihtir. (dies ad quem) Hali hazırda yargılama faaliyeti devam ediyorken makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiası ile AİHM’e başvurulması ise “iç hukuk yollarının tüketilmesi kuralının” bir istisnası durumundadır.[31]

3. Makul Sürenin Tespitinde Dikkate Alınacak Kriterler

3.1 Davanın Karmaşıklığı

Makul süre hesaplanırken dikkate alınan ilk unsur, dava konusu uyuşmazlığın niteliğidir. Bir davanın, karmaşık olup olmadığı değerlendirilirken dava, “tüm yönleriyle” ele alınmalıdır.[32] Karmaşıklık kriterini AİHM, üç başlık altında değerlendirmektedir: Vakıaların karmaşıklığı, hukuki sorunun karmaşıklığı, prosedürün karmaşıklığı.[33]

Davaya konu uyuşmazlığın karmaşıklığı tespit edilirken AİHM, her bir uyuşmazlığı, somut olayın şartlarına göre değerlendirmektedir.[34]

AİHM’in bu konu hakkındaki içtihatları, istikrarlı bir yapıya sahip olup bu içtihatlarda değerlendirmeye tabi tutulan kriterlerin bazıları şu şekilde sıralanabilir: Dava malzemesinin hacmi, taraf ve tanık sayısı, temin edilmesi gereken maddi deliller, uyuşmazlığa uygulanacak hukuk kurallarının tespitindeki zorluk, davaya üçüncü şahıslarca müdahale edilip edilmemesi…[35] [36]

3.2 Başvuranın Tutumu

Makul süre değerlendirmesi yapılırken dikkate alınacak ikinci ölçüt, başvuranın tutumudur. Başvuranın tutumu değerlendirilirken başvuranın kendisinin tutumuna bakılmakla birlikte ayrıca başvuranın avukatının tutumu da bu kapsamda değerlendirilmelidir.[37]

Başvuranın tutumu incelenirken başvuranın, süreçteki tutumunda iki unsur dikkate alınır: Mümkün olduğu kadar çabuk hareket edilmesi, öngörülen sürelere riayet edilmesi.

Başvuranın, yargılamayı hızlandırmaya çalışması onun lehine değerlendirilmektedir ancak bu türden bir hareket tarzı benimsemiş olması da aleyhe bir yoruma yol açmaz.[38]

Ciricosta ve Viola/İtalya kararı, bu kriter bakımından önemli bir konuma sahiptir. Karara konu olan olayda başvuran, en az on yedi kez duruşmanın ertelenmesini talep etmiş, diğer taraf tarafından yapılan altı erteleme talebine ise itiraz etmemiştir. AİHM, uyuşmazlığa konu olan yargılamanın, on beş yıllık yargılama sürecinin aşırı olmadığına hükmetmiştir.[39]

Başvuranın tutumu kapsamında değerlendirilebilecek ihlallerden bazıları şu şekilde sıralanabilir: Yetkisiz mahkemeye yapılan başvurular, sürekli yeni delil sunma, duruşmalara katılmama, tebligattan kaçınmak, incelenmiş ve doğru olmadığı ispatlanmış vakıaların ileri sürülmesi, çok sayıda başvuruda bulunarak hukuki bir labirent oluşturmak…[40]

3.3 Davanın Süratle Bitirilmesinde Başvuranın Menfaati

Medeni yargılamada makul sürenin ihlaline ilişkin yapılacak incelemede ele alınan bir diğer kriter ise davanın hızlı bir biçimde bitirilmesinin başvurucunun menfaati üzerindeki etkisidir. Son derece sübjektif bir kriter olan bu husus AİHM tarafından ilk defa König/Almanya kararında ifade edilmiştir.[41] Bu kararda, yargılamanın makul sürede sonuçlanmasının başvurucunun mesleki hayatına olan etkisinin öneminin altı çizilmiştir.

Bu şekilde ortaya çıkan kriter ile görülmektedir ki belli başlı medeni hak ve yükümlülükler bakımından AİHM, özellikli bir değerlendirme yaparak, devletlerin bu haklarla ilgili uyuşmazlıklarda ekstra bir özen gösterme yükümlülüğü altında olduğunu vurgulamıştır. Bu nitelikteki medeni uyuşmazlıklara; çocuğun velayet davaları,[42] babalık davaları,[43] çocukların eğitim hakkına ilişkin davalar[44], ölümcül bir hastalık nedeniyle açılan tazminat davaları[45] örnek olarak gösterilebilir.

3.4 Yargılama Sürecinde Rol Alan Makamların Tutumu

Yargılama esnasında makul süre hakkının ihlali için incelenen bir diğer kriter, yargılama boyunca meydana gelen gecikmelere karşı yetkili merciilerin gösterdiği tutumdur. Bu kriter kapsamında yetkili merciilerden anlaşılması gereken sadece uyuşmazlığı çözecek mahkemeler değil, uyuşmazlığın çözüm aşamalarının herhangi bir bölümünde rol alan adli ve idari makamların tümüdür.[46] AİHM, yetkili merciilerin tutumunu incelerken esasen yargılama sürecinde yaşanan gecikmeler nedeniyle devlete, ihmal veya kusuru nedeniyle sorumluluk atfedilip edilmediğini incelemektedir.

Söz konusu kusur ve ihmale yönelik incelemede devletlerin, “davaların hızlı bir biçimde sonuçlandırılması” ile “adaletin gerçekleştirilmesi” yükümlülükleri arasında bir kıyaslama yapılmaktadır.[47] Devletin gecikmeye yol açan eylemleri, adaletin gerçekleştirilmesi yükümlülüğü dahilinde kabul edilebiliyorsa, makul sürenin aşılmamış olduğu sonucuna varılabilmesi mümkündür.

Yargılamaya dahil olan adli yetkililer, mümkün olduğunca yargılama sürecini hızlandıracak davranışlarda bulunmalıdır.[48] Ayrıca belirmek gerekir ki AİHM, makul süre tespiti yaparken “yargılamanın doğru idaresi ilkesini” de gözetmektedir.[49]

Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili olan uyuşmazlıkların makul sürede neticelenmemesine yol açan ve yetkili merciilerden kaynaklanan pek çok farklı sebep bulunabilmektedir. Söz konusu örnekler kimi zaman yargı veya idari makamların ihmal ve kusurlu eylemlerinden kaynaklanırken , kimi zaman ise belirtilen makamlar üzerine düşen görevleri gereği gibi yapmış olmasına rağmen yapısal eksikliklerden de kaynaklanabilmektedir. Bunlardan en belirgini, iş yükünün ağırlığı ve yargıç açığı gibi konulardır. Bu konulardan kaynaklanan sebeplerle yargılama süresinin makul süreyi aştığı hallerde AİHM, söz konusu olumsuz durumların sürekli veya geçici olup olmasına ve devletin bu konulara ilişkin yeterli önlem alma konusunda makul çaba sarf edip etmemesine bakmaktadır.[50]

Türk yargısının kronik problemlerinden -başka bir ifadeyle adli makamların konforlu bir kaçış noktası da denebilir- iş yükünün ağırlığı,  gündelik bir problem olarak algılanmamalı, bunun bizzat devletin “asli sorumluluğu” olduğu unutulmamalıdır.

Tarık Özcan


[1] M. Serhat Kaşıkara, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. Maddesi Çerçevesi İçinde Makul Süre İçerisinde Yargılanma Hakkı”, TBB Dergisi, Sayı 84, 2009, s.231; Hakan Pekcanıtez, “Medeni Yargılamada Adil Yargılama”, İzmir Barosu Dergisi, Sayı 2, 1997, s.36.

[2] Pekcanıtez/Atalay/Özekes, bu durumu şu şekilde açıklar: “Adil yargılanmanın tanımı verilerek hangi hâllerde adil yargılanmanın sağlandığı ve hangi hâllerde ihlâl edildiği ve bunun sınırları belirtilmemiş, aksine bundan kaçınılmıştır. Bunun nedeni ise, bu konuda bir genelleme yapılamayacağı, her somut olayda ayrıca karar verilmesi gerektiğidir.”  Pekcanıtez/Atalay/Özekes, Medeni Usûl Hukuku, İstanbul, Vedat Kitapçılık, 5.Bası, 2017, s.184.

[3] İnceoğlu, adil yargılanma hakkı ve onu tamamlayıcı diğer anayasal usûli güvencelerin, Anayasa’da “merkezi” bir rol oynadığına işaret eder. Sibel İnceoğlu, Adil Yargılanma Hakkı, Ankara, Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru El Kitapları Serisi-4, Avrupa Konseyi, 2018, s.1.

[4] Bu durum, Nevruz Bozkurt Başvurusu’nda, adil yargılanma hakkının, “hukuk devletinin en önemli gerçekleştirme araçlarından birisi” olduğuna ilişkin açıklamayla ifade edilmiştir. Nevruz Bozkurt Başvurusu,     B. No: 2013/664, 17.09.2013, § 32.

[5] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) göre adil yargılanma hakkı, jus cogens norm olmamakla birlikte AİHS içinde “merkezi” bir rol oynamaktadır. Al Dulimi ve Montana Managment Inc./İsviçre, 21.06.2016, § 136. Sezin Aktepe Artık ise adil yargılanma hakkının, “Sözleşme’nin özünü” teşkil ettiğini ifade etmektedir. Sezin Aktepe Artık, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Işığında Türk Medeni Usul Hukuku Açısından Adil Yargılanma Hakkı, Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Özel Hukuk Anabilim Dalı, Doktora Tezi, 2013, s.25.

[6] İnceoğlu, s.3.

[7] İnceoğlu, s.4.

[8] Altıparmak, AİHS md.6/1’in “geniş yorumlanması” gerektiğine işaret eder. Cüneyd Altıparmak, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Altıncı Maddesi Kapsamında Adil Yargılanma Hakkının Esasları”, TBB Dergisi, Sayı 63, 2006, s.244.

[9] Benthem/Netherlands, 08.10.1983, § 10. (Aktaran: Aktepe Artık, s.35).

[10] Dovydas Vitkauskas/Grigoriy Dikov, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Kapsamında Adil Yargılanma Hakkının Korunması, çev. Av. Serkan Cengiz, Ankara, Avrupa Konseyi, 2018, s.17.

[11] Ayrıntılı bilgi için bkz. İnceoğlu, s.5-7; Aktepe Artık, s.38-43.

[12] Vitkauskas/Dikov, s.12.

[13] Abdülkadir Haşhaş, Medeni Usûl Hukukunda Makul Süre ve Mahkeme Zaman Yönetimi, Gediz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Özel Hukuk Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, 2015, s.4.

[14] Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin bu konu hakkındaki kararı dikkate değerdir: “Adalet bir olup bittiye getirilmemeli, dâvaların sür’atle ve ekonomik yollarla çabuk bitirilmesi kuralı yanında da dâvada esas olan adaletin gerçeğe en uygun sağlanması amacı hiçbir zaman ihmal ve göz ardı edilmemelidir.” 13. HD 26.3.1992, 2432/2924.

[15]AİHM’in bu konu hakkındaki görüşü de benzer bir niteliğe sahiptir. AİHM, herhangi bir dava türü için standart bir süre öngörmemekte, her bir dava için özel bir değerlendirme yapmaktadır. Vitkauskas/Dikov, s.117.

[16] Örnek AİHM kararı için bkz. H/Fransa, 24 Ekim 1989, § 58; Örnek Anayasa Mahkemesi kararı için bkz. Güher Ergun ve Diğerleri Başvurusu, B. No:2012/13, 2/7/2013, § 40.

[17] Pekcanıtez’in bu konu hakkındaki yorumu şu şekildedir: “Davaların makul süre içinde bitirilmemesi veya bitirilememesi, tarafların yargıya güvenini sarsacak ve özellikle bu davanın gecikmesinde yararı olana cesaret verecektir.” Pekcanıtez, s.41.

[18] Necip Bilge, uzun süren davaların, “kamuoyundaki olumsuz etkisine” vurgu yapmaktadır. Necip Bilge, Medeni Yargılama Hukuku Dersleri, Sevinç Matbaası, 2. Basım, Ankara, 1967, s.270.

[19] Ali Yeşilırmak, Türkiye’de Ticari Hayatın ve Yatırım Ortamının İyileştirilmesi İçin Uyuşmazlıkların Etkin Çözümünde Doğrudan Görüşme, Arabuluculuk, Hakem-Bilirkişilik ve Tahkim: Sorunlar ve Çözüm Önerileri, On iki Levha Yayıncılık, İstanbul, 2011, s.2.

[20] Yeşilırmak, s.2.

[21] Bu başlık altında yalnızca usul ekonomisi ilkesi ile teksif ilkesi üzerinde durulacaktır. Diğer ilkelerin ilişkisi için bkz. Haşhaş, s.9-11.

[22] 4.HD, 6.11.2002, 7810/12411.

[23] Pekcanıtez/Atalay/Özekes, s.189; Abdurrahim Karslı, Medeni Muhakeme Hukuku, İstanbul, Alternatif Düşünce Yayınevi, 4. Baskı, 2014, s.279.

[24] Ejder Yılmaz, “Usul Ekonomisi”, AÜHFD, Cilt 57, Sayı 1, 2008, s.250.

[25] Pekcanıtez/Atalay/Özekes, s.179.

[26] Aktepe Artık, s.262.

[27] Deumeland/Almanya, 29.05.1986, § 77; Nunes Violante/Portekiz, 08.06.1999, § 23.

[28] Bu konuda Tumminelli/İtalya ve Pugliese/İtalya kararları örnek olarak gösterilebilir. Tumminelli/İtalya, 27.02.1992; Pugliese/İtalya, 24.05.1991.

[29] Deweer/Belçika, 27.02.1980, § 42; Kiurkchian/Bulgaristan, 24.03.2005, § 51; Scopelliti/İtalya, 23.11.1993,

§ 18.

[30] Bu konuda M.Ö/Türkiye kararı örnek olarak gösterilebilir. M.Ö/Türkiye, 19.05.2005.

[31] Couez/Fransa, 31.03.1992, § 22.

[32] Aktepe Artık, s.269.

[33] Haşhaş, s.39

[34] Örneğin Katte Klische de la Grange/İtalya kararında sekiz yıllık süre aşırı bulunmamıştır.  Katte Klische de la Grange/İtalya, 27.10.1994, § 61-62; Ayrıca AİHM, genel bir kuralın varlığından bağımsız olarak “sekiz yıl ve uzun süreli davaları”, neredeyse her zaman makul sürede yargılanma hakkına aykırı bulmuştur. İnceoğlu, s. 266-267; AİHM’in farklı türdeki süre tespitleri için ise bkz. Vitkauskas/Dikov, s.119.

[35] Örnek AİHM kararları için bkz. Aktepe Artık, s.270.

[36] AİHM’in bu konudaki önemli kararlarından biri de Apostolidi ve Diğerleri/Türkiye kararıdır. AİHM, “davanın çözümünde önemli olan belgelerin, eski dilde ve Arap alfabesiyle yazılmış olmasını ve bilirkişiye başvurunun zorunluluk arz etmesini” karmaşıklık kriterine dahil etmektedir.  Apostolidi ve Diğerleri/Türkiye, 27.03.2007, § 83-91. (Bakanlık Çevirisi), Bkz. Haşhaş, s.40.

[37] Aktepe Artık, s.272; Ayrıca bkz. Kaşıkara, s.248 (73 numaralı dipnot).

[38] Ceteroni/İtalya, 15.11.1996.

[39] Ciricosta ve Viola/İtalya, 04.12.1995.

[40] Haşhaş, s.42-43.

[41] König/Almanya, 10.03.1980.

[42] Hokkanen/Finlandiya, 23.09.1994, § 72.

[43] Mikulic/Hırvatistan, 07.02.2002, § 44.

[44] E.O ve V.P/Slovakya, 27.04.2004.

[45] X/Fransa, 23.03.1991, § 47-79.

[46] Aktepe Artık, s.279.

[47] Ewing/Birleşik Krallık, 07.10.1987, § 151.

[48] Vermillo/Fransa, 20.02.1991, § 38.

[49] Boddaert/Belçika, 12.10.1992, § 39.

[50] Zimmermann ve Steiner/İsviçre, 13.07.1983, § 29; Buchholz/Federal Almanya, 06.05.1981, § 51.

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın